istanbul is an exociti

Monday, September 18, 2006

ADNAN YILDIZ, 12 Eylül'ün Karşısına! (radikal iki, 17-09-2006)

Geçen hafta Radikal İki'de yayınlanan yazısında Orhangazi Ertekin, Türkiye'de siyaset ve yargı mekanizmalarının hâlâ nasıl 12 Eylül'ün etkisinde işlediğini ve darbenin hâlâ etkili olduğunu belirtiyordu. Darbeyle yüzleşmediğimiz; sorumlularıyla hukuken, sonuçlarıyla ise fiilen hesaplaşmadığımız sürece bugünümüzün de elimizden kayıp gideceğini ekliyordu. Zira darbeyle yüzleşmek/hesaplaşmak, Türkiye'nin 26 yıldır ertelediği bir katarsis. Arınma için bütün tarihi fırsatlar (Susurluk, Şemdinli vs.) karşımıza çıkarken, Türkiye'de gerginliğin, kaygının ve korkunun günlük hayatın bir parçası haline gelmesi ve olayların üstünün örtülmesi direncimizi-umudumuzu azaltıyor. Oysa katartik bir deneyimin bir nevi yeniden başlama, yeni bakış açıları kazanma, yaşadığının farkına varma gibi olumlu sonuçlar doğurabileceğini -psikolojiden- biliyoruz. Peki, Türkiye neden bu kadar korkuyor, travması bu kadar mı büyük?
12 Eylül'den kalan etkilerin açıkça görüldüğü, ama aynı zamanda bir o kadar da yok sayıldığı yer şüphesiz kamusal alan. Kamusal alan tanımımız Sayın Cumhurbaşkanımızla pek örtüşmüyor, kendisi devletle özel arasındaki her alanı kamusal alan olarak tanımlıyor. Ya da başörtüsünün giremeyeceği her yeri. Oysa Türkiye'nin daha makro siyasi tavırlara ihtiyacı var. Kamusal alan neresi? Bülent Arınç, Anayasa'da ve kanunlarda herhangi bir tanım olmadığını belirtiyor. O Anayasa'da tabii ki kamusal alan tanımı olmaz, çünkü yıllardır oralarda olup biten kavgalar, mücadeleler unutturulmaya çalışılıyor. 12 Eylül'le ilişkimizin, asıl kamusal alanla ilişkimizi 'hâlâ' nasıl etkilediğine en taze örnek, yeni meydana gelen bir sansür olayı. Tepebaşı'nda, The Marmara'nın tepesindeki ekrandan ("yama") gösterilen Ahmet Öğüt'ün "Hafif Zırhlı" adlı animasyonu, serginin açılışından 20 gün sonra, Lübnan'a asker gönderme kararının alındığı gece, orada toplanan polisin dikkatini çekti. Polis, videonun teröristleri provoke edebileceğinden (onlar adına) korkarak yayınını durdurdu. Her saat başı (üstelik videodaki gibi anime bir anlatımla değil, birebir) şiddet ve vahşet gösteren televizyonların, gazetelerin ülkesinde ne büyük hassasiyet!
Bu korkuların da, Susurluk ve Şemdinli'nin üzerine bir bardak su içmemizin de altında hepimizin içimize işlemiş olan aynı fiksasyon yatıyor: O günlere dönme korkusu. Bu karanlık döneme ait verilere göre, 7 bin kişinin idamı istenmiş, bunların 124'ü onaylanmış, 50'si idam edilmiş. 650 bin kişi gözaltına alınmış, 1,683, 000 kişi ise fişlenmiş. Bunlar herkesin bildiği şeyler, dışarıdan da okunuyor.
Geçen hafta başlayan poster/sticker/stencil projesi "Exociti" dolayısıyla birçok sanatçı konuşması gerçekleşti. Bunlardan birinde tartışma, kamusal alanı nasıl algıladığımız üzerineydi. Ve Türkiye'de kısa bir süre kalma fırsatı bulan yabancı bir dostumuzun söyledikleri her şeyin özetiydi: "Bence, ülkenizde kimse 12 Eylül'den sonra kendini sokakta güvende hissetmiyor."
"Rock'n coke-laşma"
Bugün kamusal alanı nasıl algıladığımıza gelince... 2000'li yıllara bakarsak, 90'ları videoyla-televizyonla evde geçiren bir kuşağın sokağa tekrar dönmeye başladığını görüyoruz. Açıkhava festivalleri, sergiler ve konserler... Ben dahil, zamanın diğer post darbe çocukları anne-babalarının aksine kavga ve mücadele için değil, eğlence için meydanlardalar. Bu, aslında bir tür "rock'n coke-laşma". Sanki (üç kişinin yan yana yürümesini "örgüt" olarak tanımlayan) o paranoyak ruh halinden kurtuluyoruz ama diğer yandan sanki o yıllar hiç yaşanmamış gibi davranıyoruz. Bizim gibi apolitik bir kuşağın kamusal alanla ve sivil inisiyatifle ilişkisini incelemek için bize yeni bir model lazım. Üstelik imaj, reklam ve iletişim stratejilerinin yönlendirmelerinden de bahsetmek gerekiyor. Biz orada toplanmıyoruz, biz oraya yönlendiriliyoruz. Diğer yandan bu analizleri dikkatli ve iyi niyetle yapmak lazım, toplumsal kutuplaşma yaratma meraklıları boş durmuyor; en son Yılmaz Özdil -Sabah'taki yazısında- şehit fotoğrafının yanına Rock'n Coke'ta eğlenen gençlerinin fotoğrafını koyarak, bu 'janr'da bir zirve yakaladı.
Afişe çıkmak
Kamusal alanın bu dönüşüm çabaları, son yıllarda sanatın da gündeminde oldu. En önemlileri... "Yerleşmek" sergisinden geçen İstanbul Bienali'ne kadar devam eden süreçte, Vasıf Kortun kamusal alanı bir çalışma alanı haline getirmeye, ona siyasi kimliğini tekrar kazandırmaya çalıştı. Ayrıca Nişantaşı ve Karaköy'de gerçekleşen (dekoratif olmakla eleştirilmekle beraber) 1. ve 2. Yaya Sergileri önemli çabalardı. Fakat Nişantaşı'nda sonradan gerçekleşen (cam şişeden yılbaşı ağaçları ya da ay çekirdeğinden banklar gördüğümüz güzelleştirme derneği harekâtları tadındaki) etkinliklerden dolayı, ne yazık ki bu sergilerin mimarı Fulya Erdemci ileride Turgut Özal gibi hatırlanacak. Bahsi geçen "Exociti" ise bir sergi değil, ona korkmadan, iddiasız bir parmak egzersizi olarak bakabiliriz. Sanatçılar ürettikleri işleri gecegündüz çıkıp sokağa asıyorlar. Yani afişe çıkıyorlar! Posterler yırtılıyor, yeniden asılıyor. Herkes bakıyor, güvenlik geliyor. Araştırmanın konusu da zaten sokakta gerçekleşen bu iletişimin sınırları. Ama kimse bir gecede bütün şehri ilanlarla kaplamayı düşlemiyor. O, başka türlü şovenist bir tavır olurdu. Artık bu ülkede bir gecede hiçbir şey değişmesin.
12 Eylül vesilesiyle sokağa tekrar bakmak, sokağa daha cesur çıkmak lazım. Örnek havuz problemimiz şu olsun: Taksim'de bir yılı aşkın süredir bitmeyen yol inşaatı hâlâ devam ediyor ve belediye astığı ilanda Çin'den gelen taşların yerine Türk taşlarını koymakla övünüyor. Hesap soranımız var mı? Oysa biliyoruz ki, en milli duygular en derin ihalelerde saklı. Gelin, artık 12 Eylül'ün ardından bakmayalım, karşısına çıkalım. 12 Eylül'ü 11 Eylül'e bağlayan sürecin peşine düşerek...

1 Comments:

Blogger ovul said...

adnancim bi de ingilizce pliiz.
as soon as possible...

12:29 PM  

Post a Comment

<< Home